SUNUM


10 Haziran 2016 Cuma

Allah Resulü Hazreti Muhammed (S.A.V.) buyurdular ki :

Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin veya sussun! Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa komşusuna izzeti ikramda bulunsun! Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirine ikramda kusur etmesin!

(Müslim, İman, 74)
GÜZEL BİR HAYAT

Onk. Dr. Haluk Nurbaki' den gerçek bir hatıra:

Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız Olayla
karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel
bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek
istiyorum. Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım
hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt
dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı
bulamamıştı. Serap' ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve
kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap' ın da bütün diğer
kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu.
Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek
istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıya kabul ettim.
Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza
geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre
sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki
metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki
tezahuru sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve
söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak
zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:
-''Doktor bey,'' dedi.
-''Ben size...dargınım.''
-''Niçin?" diye sordum.
-"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü,ahreti
anlatmıyorsunuz?"
Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında
oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:
-"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim.
-''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için
gönülden istek duymalısın..."
Konuşmaya mecali olmadığından
-"Ben o isteği duyuyorum"
manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra,
ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve
dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını
bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu. Vefatına bir hafta
kala:
-"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"
-"Senin durumun çok özel" dedim.
-''Kelime-i Şahadet sana uzun gelir. O anı fark edince ''Muhammed''
(s.a.v) sana yeter."
O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için
Serap' a sürekli morfin yapıyor ve O' nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir
iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi
telefon ederek:
-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." Dedi.
-"Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.
Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı
hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.
-"Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed"
diyemezsem?. İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye
yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak
şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde
cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap' ın acizliği
hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.
Ertesi gün O'na:
-"Hiç korkma!" dedim.
-"İğneyi vurdurabilirsin. Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu
görüşmemizde son sorusunu da sordu:
-"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?"
-"Kızım," dedim.
-"O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi
gelecektir."
Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak
vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine
uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce
yanıma gelerek :
-"Doktor bey, biliyor musunuz , bu evde biraz önce bir mucize
yaşandı!"dedi ve devam etti:
-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması
imkansız"denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı.
Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şahadet getirerek vefat
etmeden biraz önce de:
-"Doktor beye söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş.!!!!
CUMA GÜNÜ

CUMA NAMAZI Allahü teâlâ Cuma gününü müslümanlara mahsus kılmıştır. Cuma günü öğle vaktinde, Cuma namazını kılmak, Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlâ, Cuma sûresi sonundaki âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki, (Ey îmân etmekle şereflenen kullarım! Cuma günü, öğle ezânı okunduğu vakit hutbe dinlemek ve Cuma namazı kılmak için camie koşunuz! Alışverişi bırakınız! Cuma namazı ve hutbe, siz e başka işlerinizden daha faydalıdır. Cuma namazını kıldıktan sonra, camiden çıkar, dünya işlerinizi yapmak için dağılabilirsiniz. Allahü teâlâdan rızık bekleyerek çalışırsınız. Allahü teâlâyı çok hâtırlayınız ki, kurtulabilesiniz!) Namazdan sonra, isteyen işine gider çalışır, isteyen câmide kalıp namaz kılmak ile, Kur'ân-ı kerîm ve düâ ile meşgul olur. Cuma namazı vakti girince, alış-veriş günahtır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" çeşidli hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: (Bir müslüman, Cuma günü gusül abdesti alıp, Cuma namazına giderse, bir haftalık günahları afvolur ve her adımı için sevâb verilir.) (Cuma namazı kılmayanların kalblerini Allahü teâlâ mühürler. Gâfil olurlar). (Günlerin en kıymetlisi Cumadır. Cuma günü, bayram günlerinden ve Aşûre gününden daha kıymetlidir. Cuma, dünyada ve Cennette mü'minlerin bayramıdır). (Bir kimse, mâni yok iken, üç Cuma namazı kılmazsa, Allahü teâlâ, kalbini mühürler. Ya'nî iyilik yapmaz olur). (Cuma namazından sonra bir an vardır ki, mü'minin o anda ettiği düâ red olmaz). (Cuma namazından sonra, yedi defa İhlâs ve Mu'avvizeteyn okuyanı Allahü teâlâ, bir hafta kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur). (Cumartesi günleri yahudilere, Pazar günleri nasaraya [hıristiyanlara] verildiği gibi, Cuma günü de Müslümanlara verildi. Bu gün, Müslümanlara hayr, bereket, iyilik vardır). Cuma günü yapılan ibâdetlere, başka günde yapılanların, en az iki katı sevâb verilir. Cuma günü işlenen günahlar da iki kat yazılır. Cuma günü, ruhlar toplanır ve birbirleriyle tanışırlar. Kabirler ziyaret edilir. Bu günde kabir azâbı durdurulur. Bazı âlimlere göre, mü'minin azâbı artık başlamaz. Kâfirin, Cuma ve Ramazanda yapılmamak üzere, kıyâmete kadar sürer. Bu gün ve gecesinde ölen mü'minler, kabir azâbı çekmez. Cehennem, Cuma günü çok sıcak olmaz. Âdem aleyhisselâm, Cuma günü yaratıldı. Cuma günü Cennetten çıkarıldı. Cennettekiler, Allahü teâlâyı Cuma günleri göreceklerdir.
“GÜL”, AŞKIN MİHRABIDIR

Dr. Mehmet GÜNEŞ

Başkaları Gülü bir çiçek diye sever belki de... Ama biz, Gülü “Gül” olduğu için severiz... Bizim için; Gül sevgilidir, Gül güzelliktir, Gül coşkudur... Gül, Esmânın eşyaya tecellisinin esrarıdır... Gül aşktır, Gül sevinçtir, Gül bahar muştusudur... Gül, ezelle ebet arasındaki bütün zamanların “En Güzeli”nden yansımalar taşıdığı için güzeldir... Ve katmer Gül; rengini şehit kanından, kokusunu Efendimiz(sav)’in mübârek teninden aldığı için çiçekler sultânıdır... Bu sebeple olsa gerek, Gülün kokusuyla kendimizden geçeriz... Gideriz bir başka âleme... Yol buluruz mâverâya... Biz Güle, Gülistanda açan katmer Güllere; “ Peygamberlik Gülzârının Eşsiz Gülü”nün remzi olduğu için vurgunuz... Gülü her kokladığımızda salavat getiririz , O’nun terinin kokusundan bir zerreyi teneffüs ettiğimizden ...
“Gül”ü târife ne hâcet, “Gül”; Sevdâyı Muhammedî’dir... “Gül”ün sevdâsı kalbimizin hafî tepelerinde, ahfâ zirvelerinde sancak açmıştır... Ve bizler, gönlü Gülşen olan insanlara meftûn oluruz, “Kainatın Solmayan Gülü”nün aşkıyla... Gün gelir, gözyaşıyla Gül sularız... Bir Gül için bin dikene su veririz; biliriz ki, Güllerin içinde diken yoktur, dikenler içinde Gül vardır... 
O, aşkımızın mihrâbındaki “Gül”... O, âlemlere rahmet olarak gönderilen bir resûl... O, çöl sıcağındaki bir Kevser şelâlesi... O, teşrifiyle kainatı aydınlatan ve ışık bahşeden sonsuz bir nur şûlesi... Gündüzleri dünyayı ışıtan güneş ve geceleri gökyüzünde çiçek çiçek açan yıldızlar O’nun sönmeyen ışığının en mütevâzı kandilleridir... Serâ da , süreyyâ da O’nun nûruyla aydınlanır... O’nun sîreti bir amaç, O’nun sünneti bir hidâyet, O’nun sûreti gönüllere ülfet ve nîmet veren bir âb-ı hayat... Ruhumuz O’na âşık... O, Gül mushaflı sevdâmızın sembolü... O, on sekiz bin âlemin emsali olmayan “Gül”ü...
Divan şairimiz Fuzûlî Su Kasidesinde:
“Suya versün bâğbân Gülzârı zahmet çekmesün,
Bir Gül açılmaz yüzün tek verse min Gülzâre su.”
diye “O Gül”ün dünyaya bir kere geleceğini, bahçıvanın bin Gül bahçesini sulasa, sele verse dahi O’nun yüzü gibi bir Gül açılmayacağını en lâtif bir biçimde ifâde ediyor...
Lâkin , O “Gül”ün sevdâsını kelimelerle anlatmak, dizelerle vasfeylemek ne mümkün... O, “Alemlere Rahmet” olarak gönderilen hayat güftesi... O, tebessümünden cennetler yaratılan mutluluk bestesi...O, bütün çağların önünü aydınlatarak Âdemoğlunu karanlıktan kurtaran yaratılmışların en yücesi... O, Rabbimizin terbiyesiyle yetişmiş bir ahlâk âbidesi... O, Çâresizlerin Çâresi...O, Kimsesizlerin Kimsesi... O, hurma kütüğünün bile hasretinden inlediği bir ülfet çeşmesi... O, mükemmel bir aile reisi... O, vefânın zirvesi... O, insanların en sabırlısı, en müsâmahalısı, en azimlisi, en kararlısı... O, yiğitlik ve cömertlik timsâli ... O, kâinatın bir numûne-i imtisâli... O, Efendiler Efendisi... O, Allah’ın müjdesi... O, insanlığın müjdecisi... O, hem “Halîl” hem “Habîb”, hem “Sıddık” hem “Emîn”... O, sevgi tohumları atıp, kardeşlik duyguları yeşerten; toprağa yağmur, karanlığa nûr, beşeriyete gurur ve gönlümüze sürûr olan Sevgililer Sevgilisi... O’nda toplanmıştır bütün güzellikler, O’nda cem olmuştur cümle özellikler... O, hep “ Ümmetim, ümmetim ” diyen “nefsim” demeyen Hâtemül Enbiyâ tâcının sâhibi... O, Sidretü’l Müntehâ’nın misâfiri... O, kusursuz bir komutan... O, Gâye İnsan... O, Mahşer günündeki tek sığınak... O, kırık gönüllerin mîmârı... O, Hakk’a giden yolun rahmet kapısı... O, İslamı bütünüyle hayatında billurlaştıran, bizâtihî İslam’ın kendisi olan Habîb-i Kibriyâ... O, Hakk’ın nûrunu bütün cihâna yayarak tebliğini tamamlayan Nebîler Nebîsi... O, Tek Lider, Tek Önder, Tek Rehber ... Âşıklar O’nun için yanar... Sâdıklar O’nun için ağlar... Rüzgâr O’nun yâdıyla eser... Bülbüller O’nun kokusunun olmadığı yerlerde susar... O’nun izinden gitmeyen saadet bulamaz... O’nun nûruna pervâne olmayan Mahşerde kurtulamaz...
O, İlâhî nizâmın nâmütenâhi güzelliğini bahşetti gönüllerimize... O, ruhlarımıza üflediği sonsuzluk aşkıyla hilkâtin esrârını öğretti bize... O’nsuz ne farkı vardı gündüzlerin geceden... O’na gelen vahiyle aydınlandık, karanlık her düşünceden... O olmasaydı, sonsuzluk iklimine ulaşamazdık... O olmasaydı, dünyadaki bu sarp yokuşları asla aşamazdık... O’nunla kalbimize nûr olup, doldu ilham... O'nunla ışık buldu; gece, gündüz ve akşam... O’nsuz baharlar kıştı... O’nsuz insanlık, öksüz ve yetim kalmıştı...
Kâinatta mütecellî olan Esmâ-i İlâhiye’yi şahsında en mükemmel bir biçimde tebârüz ettirip, en mücellâ keyfiyetiyle temsil eden Gâye İnsan O’dur... O’nun her kelâmı hakla bâtılı ayıran bir kıstas; O’nun her hükmü şaşmaz bir adâlettir... O’nun hayatı tebliğini temsille geçmiş ve cihana en iyi tebliğin temsil olduğunu göstermiştir...
O, ıstıraptan çatlamış dudaklara merhem, kuraklıktan çoraklaşmış gönüllere zemzem, insanlığını kaybetmiş ruhlara erdem ve alev alev yanan sinelere bir meltem gibi serinlik vererek bizlere cennet-âsâ baharlar ikrâm eder... O’nun gelişi gecelerin ebedî bir gündüze dönüşüdür... Ve O’nunla İslâm’ın nûru tulû etmiştir... O, ümmetini küfrün yakıcı sıcağından îmânın âsude ve serin iklimine kavuşturmuş, karanlıktan nûrun aydınlığına çıkartmıştır...
Uykuda bile uyanık kalmanın keyfiyetine vâsıl olan gönül erleri, nurani ışıltıların semâvi izdüşümlerini O’na teslimiyette bulurlar... Muhakkak ki, sema ile arz arasında meydana gelecek bir kutlu buluşma “Gül Devri”nden ilham alan bir iklimde gerçekleşir... O “Gül”ün nâmütenâhi güzelliği kalplere yansıdığında gecesi olmayan bir gündüz tecelli edip gönüllerde Gül tomurcuklarının açılmasına vesile olur... Unutmayalım ki, en karanlık devirlerde bile dikenler arasında goncaya durmuştur Güller... “Gül”ün çevresindeki dikenler, Gül kokusuyla hemhâl olunca, Güle dönüşür birer birer... Bizler “Gül” kokusunun ikliminde insanlığımızı yeniden keşfettiğimiz zaman; rahmet, bereket ve hidâyet yağmurlarıyla madde ve mânâ planında yeniden dirileceğiz... Mekanın ve zamanın ölü noktalarına “Gül Devri”nden gelen esintilerle hayat üflemeye muktedir olacağız... Gül yüzlüler göz yaşıyla Gül sularken, tomurcuk veren Güllerin açılmasını beklemektedir... Gonca Güller açıldığı zaman vuslat baharı gelecek, gönlümüz şâdumân olacaktır... Kalpler O’na bağlanıp râm olduğunda, yanlışlıklar bütün neticeleriyle birlikte ortadan kalkacaktır...
Yeter artık uykunun yollarını gözleme... “Çıkmaz sokak”larda koşup dolaşmaktan yorulmadın mı? Umranların verâsındaki insanlar mesut değilse, huzuru bulamıyorsa; beşeriyet kendisini yeniden mîzâna çekmek, yeniden Kâinatın Efendisi’nin aşkıyla yanmak, yeniden O’nun ışığıyla nurlanmak, yeniden Asr-ı Saadet iklimine bağlanmak mecbûriyetindedir...
Âdemoğlu, “Muhammedî Nur”dan ışık alıyorsa, davranışlar ve duygular semâvi kalıplarda şekillenip “Gül”e meftûn oluyorsa; akıl ve kalp mecrâsını bulmuş, ruh ve gönül Hakk’a kavuşmuş, gözler Kevser, sözler zemzem ile yıkanmış demektir...
Muhabbeti sâdık olanlar sevdiğinin yolundan gider ve ona itaat eder... İlahi sevginin menzîli de, istikâmeti de yolu da Muhammedî sevdâdan geçer... O’nu sevmek, O’na itaat etmektir... O’nu sevmek, O’nun sevmediklerini sevmemektir... O’nu sevmek O’nun şerefli ashabını ve O’nu sevenleri sevmektir... O, “Kişi sevdiğiyle berâberdir” müjdesini vererek ümmetine cennette beraberlik vâdetmiştir... O’nun sevgisi öyle bir aşk olmalıdır ki, bütün sevgiler onun yanında sönük kalmalıdır... O’nun sevgisi öyle bir muhabbet olmalıdır ki, sahibini îmânın en zirve noktasına ulaştırmalıdır...
“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl ?”
diye ifâde edilen bir aşktır Sevdâyı Muhammedî...
Esmâ-i İlâhiye’nin beşer planında en kâmil mânâsıyla tezâhür ettiği Sultanlar Sultanı’nı rehber edinme ve O’na “Esselâm” diyebilme irtifâsıdır Sevdâyı Muhammedî... Kalplere hükmeden varlığı duyma, hissetme, halef olma mükellefiyetiyle her şeye lâhutî âlemin penceresinden bakabilmedir Sevdâyı Muhammedî... O’nun aşkı, kainata mânâ kazandıran bir sır hazinesidir... Eşyanın ruhuna nüfûz ederek “eşyâ”dan “esmâ”ya ulaşabilme yoludur Sevdâyı Muhammedî... “Esma”dan “Sıfat”a, sıfattan “Zât”a intikâl ederek yaratılış gâyesini idrâktir Sevdâyı Muhammedî... Kendisini nefs ve enâniyet cihetiyle dizginleyen ve “Gül”e râm olan Gül yüzlü insanların gönüllerinde İlâhî aşkın şahikalaşmasıdır Sevdâyı Muhammedî...
“Sevdim Seni ben, Âleme Rahmet diye sevdim,
Bir benzeri yok, Cenâb-ı Ahmet diye sevdim”
dizeleriyle terennüm edilen bir İlâhî muhabbettir Sevdâyı Muhammedî...
O’nsuz zaman, mekan ve insan hayatiyetini kaybeder... Gönüller O’na dönünce dirilir... O’nun varlığı insanlığın vâroluş sebebidir... O’nu her dem kalbinde hissederek selât-ü selamla yâdetmek ne büyük mutluluk... O’nun sevgisini yüreğinde büyütebilmek ne büyük saadet...
Gerçekten de, asırlardır buhran ve bunalımlar içinde kıvranan beşeriyetin mutluluk ve saadeti; “ İnsanlığın İftihar Tablosu”nun sünnet-i seniyyelerine ittibâ etmekten geçer... Ve insanlık, O’nun getirdiği altın düsturları hayata geçirmeye, bugün her zamankinden çok daha fazla muhtaçtır... Asrın getirdiği problemlere çözüm arayan insanlığın kara bulutlarla kaplı dünyasının aydınlanması; O’nu yeniden tanımak, O’na yönelmek, O’nu rehber edinmek ve O’ndan alacağı umut kıvılcımlarını beşeriyetin ufkuna taşımakla mümkün olacaktır... Şeyh Gâlip’in:
“Sen Ahmed’i Mahmûd’u Muhammed’sin Efendim,
Hakk’tan bize Sultân-ı Müeyyedsin Efendim”
diye hitâb ettiği; şefaatçımız, yardımcımız, müjdecimiz, kurtarıcımız olan “Sonsuz Nûr” bütün bir beşeriyet gibi bizleri felâha erdirilecektir...
Ufkumuzu saran sisler, kurşûni bulutlar, endişeler ve karanlıklar kaybolur; O’nun rahmet elinden bizlere yansıyan bereket ve feyz ikliminde... Hep birlikte yeniden, yeni baştan yenileyelim Âlem-i Ervah’taki “Elestü bi Rabbiküm”sualine verdiğimiz “Belâ” cevâbını... Ürpertisini kalplerimizin en derin köşelerinde hissederek tâzeleyelim ahd-ü peymânımızı... “Gül”ün gölgesindeki toprağın bile Gül koktuğunu hiç unutmayalım... “Gül”e sevdâmızı eksiltmeyelim... Allah’ım! Bize O’nun sîretini öğret... O’nun yolundan gitmeyi bizlere nasip et... “..Kim Peygambere itaat ederse şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur..” (Nisâ 4/80) emr-i İlâhîsi gereğince Habibullah sevmek Allah(cc)’ı sevmektir... “Resûlallah’a duyulan muhabbetin derecesi îmânın ölçüsüdür”... Bu sebeple bizlere O’nun muhabbetini lütfet...Yâ Erhame’r-Râhimîn!... O’nun aşkını sînelerimizde bir alev deryâsı hâlinde volkanlaştır... Bizleri O’nun yolundan ayırma Yâ Rabbi... Ve iki cihanda ebediyen Gülmek için, “Gül”ün gölgesinde olmayı bizlere müyesser eyle Yâ İlâhe’l-Âlemîn!...
O’nun gölgesinde olmak, cennet-âsâ baharlara ermektir... O’ndan medet ummak, çölde susuzluktan çatlamış dudaklara âb-ı hayat vermektir... O, hicranla yanan sînelerin mutluluk rüzgârıdır... O, sonsuzluk iklîminin îtîbârıdır... O, ümidin temsilcisidir...O, şefâat bekleyenlerin; mütebessim incisidir... O, bizim gönüllerimizin sultanı... O, bizim dertlerimizin dermanı... O, bizim kurtuluşumuzun fermanı... Bizde, O Habîb-i Kibriyâ’nın, O Sevgililer Sevgilisi’nin eşiğine baş koyup -yüzümüz olmasa da affına sığınarak- şefkâtine muhtaç olduğumuzu, arzetmek için, Yunus Emre’nin diliyle:
“Canım kurban olsun Senin yoluna, 
Adı güzel, kendi güzel Muhammed,
Şefâat eyle bu kemter kuluna, 
Adı güzel kendi güzel Muhammed”
diyerek medet bekliyor, Efendimiz’den şefâat dileniyoruz... 
Ey Sultanlar Sultânı! 15 asır önce yol verdiğin sevgi kervânına bizleri de kabul buyur... Ey Resûller Resûlü! Bizler için; kapına Kıtmir, bastığın yere türâb, ayağına toz, tebliğine köle olmak ne büyük ümran... Senin ümmetin olma berâtını almak ne büyük ikram... Sultanım, bizler Seni dünyada görme saadetine erişemedik... Ama bizler, çok günahkar bir ümmet olmamıza rağmen -hakkımız olmasa da- rüyâlarımızda Seninle olmak, Senin aşkın ve muhabbetinle dolmak istiyoruz... Cür’etimizi bağışla Efendim... Gül Yüzünü görmemiz, şefâatine ermemiz için, bizlere de lütfeyle destur... Ne olur!..
“Ezel bezminde bir dinmez figândım Yâ Resûlallâh,
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım Yâ Resûlallâh...”
diye Yaman Dede’nin dizeleriyle arz-ı hâl ediyoruz...
“En Güzel”e yâr olanlara, “Gül”e gönülden bağlananlara binlerce selâm olsun...